Öne çıkan
Yazı kategorisi: COĞRAFYA, YAŞAM

SOSYAL MEDYANIN NÜFUS ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Teknoloji yararımıza olan bir etmen gibi görülüyor olsa bile bir çok olumsuzluğu da içerir. Bunlardan bazıları X kuşağı ile teknoloji kuşağı olarak bilinen Y kuşağının anlaşmakta zorlanması , internet üzerinden yapılan dolandırıcılıklar , özel yaşamın sosyal medyayla bütünleşmesiyle oluşan tek düze gösteriş hayatları vs. bir çok örneği vardır.

  Nüfus üzerindeki en büyük etkisi ise insan sağlığını kötü yönde etkilemesinden kaynaklıdır. Hem fiziksel hastalıklar hem de ruhsal bir çok hastalığa sebep olmaktadırlar.

  Fiziksel hastalıklarına örnek olarak göz bozukluğu , boyun ve bel fıtığı , baş ağrıları , damar rahatsızlıkları , parmak ve eklem yerlerinde ağrılar ve bunun gibi bir çok rahatsızlıklara sebep olmaktadır.

Ruhsal olarak etkilediği hastalıklar ise Nomofobi , Fomo , Google Takibi , Ego Sörfü , Siberhondrik , Photolurking , Cheesepodding , Facebook Depresyonu gibi rahatsızlıklardır.

Gelişmeleri anında öğrenmek, başkalarının hayatlarını takip etmek ve “Ben de buradayım” demenin yolu artık sosyal medyadan geçiyor. Bu ağlar sayesinde hem sıradan, hem de ünlü kişilerin hayatlarını yakından takip ederek duygusal bir tatmin duygusu yaşanıyor. Başkaları tarafından merak ediliyor olmak da bir haz kaynağı olabiliyor. Yani kişi sadece başkalarını takip ederken değil, takip edildiğinde ve paylaşımları beğenildiğinde de aynı şekilde haz duyuyor. Bazı kişiler kendi hayatının ya da karakterinin aslında ne kadar güzel ve düzgün olduğunu gösterme çabasına girerek mutlu oluyor. Ayrıca sosyal medya, gerçek dostlara ve ilişkilere sahip olmanın zor olduğu günümüzde, insanlara yalnız olmadığı yanılgısını da yaşatıyor.

  İnsan yaşamında düşüncelerini , yaşam şeklini , olmak istediği kişiliği aslında sosyal medyada gördükleri etkisiyle kötü yönlerde değiştiği görülmektedir. Bir kişinin sosyal medya hesaplarında paylaştığı kişi ile gerçek hayatta olduğu kişi arasında bir çok fark bulunmaktadır. Sosyal medyada paylaştığı kişiliği devam ettirmek için maske gibi kişilik giyen insanlar artık her yerde çokça görülmektedir. Bu insanların kendilerini farklı göstermek ve öyle olduklarını inandırmak için takındıkları kişilikleri bir süre sonra oyun olmaktan çıkarak kendi kişilikleriymiş gibi üzerlerine yapışır ve bunlar sonucunda kişilik bozulmaları , psikolojik bozukluklar gibi bir takım sıkıntılara sebep olur.

İnternet ve sosyal medyanın aşırı (Ceyhan, Ceyhan ve Gürcan, 2007) ya da problemli kullanılması (Young, 1988; Davis, 2001) ve haftanın en az 8,5 ile 21,5 saatinin çevrimiçi geçirilmesi (Yang ve Tung, 2007) bağımlılık olarak değerlendirilmektedir. Bir nesne veya davranışa aşırı düşkünlük olarak tanımlanan bağımlılık kavramı genellikle sigara, alkol, uyuşturucu gibi maddelerin kullanımına yönelik değerlendirilmektedir. Ancak son yıllarda kumar, egzersiz, yeme, uyuma gibi bazı davranışların da bağımlılık yaptığı savunulmaktadır. Benzer durum bilgisayar, internet, çevrimiçi oyun, tablet, mobil telefon gibi teknolojik cihazlar ve uygulamalar için de geçerlidir (Fidan, 2016). Sosyal medya bağımlılığı da ciddi bir sıkıntıdır. İnsanın gerçek dünyadan gittikçe uzaklaşarak sadece sanal hayata yöneldiği ve bağımlılığı yüzünden sorunlar yaşamasına sebep olur. Tıpkı uyuşturucu gibi ölümcül olabilmektedir. Belki fiziksel olarak onun gibi etki göstermez lakin ruhsal olarak çok başka bir yaşam gösterip aslında olandan uzaklaşmakla insanı kötü yönden etkileyip intiharlara sebep olabilmektedir.

Günümüzde istediğini düşündüğü hayatı yaşayamadığı için intihar eden çok insan görülmektedir. Bu insanların çoğu aslında sosyal medyadan etkilenerek gördükleri başkalarının hayat şartlarının kendinde olmamasından dolayı girdikleri bir depresyonu atlatamadıkları için olmaktadır. Bir kısmı da yaşadığı her hangi bir sorunu anlatıp paylaşabileceği insan kalmadığı için içe kapanması sonucu bazı psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Sosyal medyada her ne kadar kalabalık ve bir arada görülmekte olan insanlarla dolu olsa da  aslında telefonlarının , bilgisayarlarının ya da tabletlerinin karşısında bu insanlar bir başlarına duruyorlardır. Yani yalnızlardır. 

Sosyal medyanın olumsuz etkilerinden biride kitap okuma oranlarında gerilemeye sebep olmasıdır. Bireysel, zihinsel ve yaratıcı bir süreç olan okuma en etkili ve en eski öğrenme biçimidir. Çocuğun kendini daha iyi ve doğru biçimde ifade edebilmesine yardım eden okuma, onun, yaratıcılığının, yeteneklerinin, soyut düşüncelerinin, hayal gücünün, zihinsel ve motor becerilerinin gelişmesini sağlamaktadır.(Öğrencilerin Televizyon İzlemeleri, 2007)

Özellikle çocukluktan başlayarak kitap okuma alışkanlığın kazandırılması günümüzde artık daha da bir önem teşkil etmektedir. Neden diye sorulduğunda; önceki nesillere göre şu an kitap, dergi vs. okumanın yanında birçok alternatif bulunmaktadır. Sosyal medya hesaplarında dolaşma, Youtube’ta çeşitli içerikler üreten kanalları izleme, bilgisayar oyunu oynama gibi uzatılabilecek bu liste kimi zaman kitap okumaktan daha cazip gelmektedir. Aslında yapılması gereken bu yazılanlar yerine oturup kitap okumak değil. Birine aşırıya kaçacak şekilde zaman ayırıp diğerini es geçmekte hata olarak belirtilebilir. Kısacası okumayı bir alışkanlık haline getirmek gereklidir denilelebilir.

  Eskiden çocukların çoğu sokaklarda bisiklet sürer , oyun oynar , arkadaş edinirlerdi lakin artık çocuklar evde tek başlarına telefon veya tabletlerden oyun oynuyorlar ve aslında bir çok şeyden mahrum kalıyorlar. Sokakta oynarken düşüp canı acımıyor ama evde bir oyunda yenildiği için sinir krizleri geçiriyor. Belki fiziksel olarak daha iyi gelişim gösteriyorlar bazı açılardan fakat ruhsal olarak içe kapanıklığa alışıyorlar ve pasifleşiyorlar. Büyüdükleri zamanlarda ise bu durumlar ciddi kişilik bozukluklarına sebep olmaktadır.

Sonuç olarak yeni sosyal medya insanın asıl olan yaşamını (doğasını) bozguna uğratmakta olduğu için insanları adım adım hastalıklara , sıkıntılara ve beklide intihara sürüklemektedir. Bunlar nüfusu derinden etkilerler. Sağlıklı olmayan bir toplum nüfus açısından tehlikelidir. Çünkü ne zaman düşüş yaşayacağı belli olmaz ve aslında bir nevi sosyal medya ile bulaşıcı olmuştur. İnsan hayatı kolay kazanılmayan ama çok kolay kaybedilebilen bir madendir. Ve her bir insan kaybı dünya gelişmişliğini geriye çekmektedir. Bir ülkenin gelişmişlik seviyesi insan hayatının refah seviyesiyle bir nevi doğru orantıdadır. Doğum oranı nüfusu ne kadar etkiliyorsa ölüm oranları da bir o kadar ülkelerin gelişimini etkiler. Lakin ölümler her zaman doğal yollardan ya da fiziksel hastalıklardan kaynaklanmaz. Bazı ölümlerin asıl sebepleri ruhsal çöküntülerdir ve bunların günümüzdeki en büyük nedeni de sosyal medyadır.

    Sosyal medya kullanımında dikkatli olunmalıdır. Gösteriş ya da tanınmak için değilde bunun yerine olumlu yönlerinden pozitif verim almak için kullanmalıyız. Çok fazla başkalarının hayatlarına bulaşmayıp onlara özenmek yerine kendi yaşamını nasıl iyileştirebilirsin ona bakılması gerekir. Eğer doğru ve kendine ruhsal olarak bir zararı olmayacak şekilde kullanılıyor ise sosyal medya nüfus için zarar değil de yarar olabilir.

Lütfen kullanımında dikkatli olalım gerçek hayatımızın değerini bilelim. 

KAYNAKÇA

YAZAR : EBRAR YENİKÖY G180218041

Öne çıkan
Yazı kategorisi: COĞRAFYA, YAŞAM

ORGANİK TARIM

Organik tarım sürdürebilirtarım sistemlerinden biridir. Ancak organik tarımın Tarlada ürünlerin üretimden pazarlamasına kadar geçen süreçte kendine özgü prensip ve uygulamaları bulunmaktadır.

 Organik tarım ve uygulamaları sadece gelişmiş ülkelerde değil, Gelişmekte olan Ülkelerde de yaygınlaşmaktadır. Bu, özellikle gelişmiş ülkelerde tüketicilerin kendi sağlıklarını ve çevreyi korumaya verdikleri önemin giderek artması sonucu karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Avrupa, Kuzey Amerika ve Okyanusya kıtalarında organik gıda pazarları gelişmektedir.

Eğer bir ülkede organik tarım geliştirilmesi isteniyorsa, hükümetler sadece ihracat pazarlarında geliştirilmeye odaklanmamalı, aynı zamanda iç pazarların gelişimini teşvik etmelidirler.

ORGANİK TARIMIN AMACI

Çevrenin, doğal kaynakların korunması ve bozulan ekolojik dengenin yeniden tesisi, sürdürülebilir tarım, toprağın yaşatılması, flora ve faunanın korunması, biyolojik çeşitliliğin devamı ve kimyasal kirlilik ile zehirli kalıntının sonlandırılması temel amacı oluşturmaktadır.

Her türlü sentetik, kimyasal ilaçlar ve gübrelerin kullanımının yasaklanması yanında organik ve yeşil gübreleme, münavebe, toprağın” muhafazası, bitkinin direncini artırma, parazit ve predatörlerden yararlanmayı tavsiye eden bütün bu üretim tarzında üretimde miktar artışı değil ürünün kalitesinin yükseltilmesini amaçlanmaktadır. Günümüzde sadece organik tarımla toprak ve su kaynakları ile havayı kirletmeden, çevre, bitki, hayvan ve insan sağlığını korumak mümkün olmaktadır.

Organik üretimin, dünyada hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamayacağını iddia eden konvansiyonel tarım savunucularının aksine, bilimsel araştırmalar organik tarımın dünyayı besleyebileceğini kanıtlıyor.
Söz konusu hedefin ve bu hedefe ulaşabilmek için uygulanan endüstriyel tarım yöntemlerinin (pestisitler, sentetik gübreler, GDO vb.) dünyada yaklaşık 70 yıllık bir geçmişi var. Bu 70 yılın ardından, doğal varlıklara, ekosisteme ve insana zarar vermesine rağmen, maksimum verimi elde etme çabasının geldiği nokta pek parlak değil: 2016 tarihli Gıdada Sürdürülebilirlik Endeksi’ne göre dünyada gıdaya erişimi yetersiz 1,8 milyar insan yaşıyor. Yani iddia edildiği gibi, endüstriyel tarım yöntemleriyle dünyayı doyurma hedefi gerçekleşmedi. Çünkü açlık sorununun nedeni, gıdanın yetersiz olması değil, üretimin adil paylaşılmaması, insanların alım güçlerinin eşit olmaması, israf ve kâr odaklı tarım politikaları.

2050 yılında dünya nüfusunun yaklaşık 10 milyar olması bekleniyor. Konvansiyonel tarım, dünya nüfusunu doyurmaya aday olsa da, iklim değişikliğine etkisi, toprak, su gibi doğal varlıkları tüketiyor oluşu nedeniyle, yaşamın sürdürülebilirliği için bir an önce vazgeçilmesi gereken bir üretim biçimi. Organik tarım ise sürdürülebilir bir gelecek vadediyor. Rodale Enstitüsü, organik tarımın, konvansiyonel tarıma göre yaklaşık %50 daha az sera gazı salımı sağladığına dikkat çekiyor.

                !EKOLOJİK TARIM TÜRKİYE’Yİ BESLER!

Çoğunlukla büyük ilaç ve tohum şirketlerinin sesini duyuran ve araştırmaları bu şirketler tarafından fonlanan konvansiyonel tarım taraftarlarının temel argümanı, “Başka türlü dünyayı besleyemeyiz, bu kimyasalları ve genetiği değiştirilmiş organizmaları kullanmak zorundayız” şeklinde. Ekolojik yöntemlerin benimsendiği tarımın veriminin düşük olduğu, dünyayı beslemek için çok fazla alana ihtiyaç duyulacağı ve ormanların kesileceği; dolayısıyla, konvansiyonel tarımın daha çevreci olduğu dahi iddia edilebiliyor. Günümüzde açlık sorununun asıl sebebinin yetersiz üretim değil, gıdaya erişim ve adaletsiz gelir dağılımı olduğu açık; gıda israfı ve hatalı beslenme alışkanlıkları da sorunu artırıyor. Konvansiyonel tarımın ve ürünlerinin dağıtım biçiminin dünyayı besleyemediğini söyleyen, Permakültür uygulamacılarından Whitefield, sistemin, özünde yenilenebilir olmayan kaynakların kullanımı ve verimli toprak kaybı olan, krizlerine işaret ediyor. Whitefield, organik tarımdan ileri giderek, permakültürün dünyayı beslemek ve sürdürmek konusunda anlamlı bir seçenek olduğunu söylerken, hem toplumsal hem tarımsal gelişimin yönünün değişmesinin şart olduğunu da eklemişti.Bu çalışmayı, “dünya nüfusunu besleyebilme” tartışmasına matematiksel bir katkı sunmak amacıyla yapılmış. En temel optimizasyon yöntemlerinden doğrusal programlamayı kullanarak Türkiye için organik tarım planlaması yaptıkları modelde temel değişkenler, her ilde yaşayan insan ve hayvan nüfusunun gıda ihtiyacını karşılayacak şekilde, hangi üründen ne kadar üretilmesi ve hangi hayvan türünden (yerel ırk süt ineği, melez besi sığırı, yumurta tavuğu, vs.) kaç tane yetiştirilmesi gerektiğini temsil ediyor. Bir il, kendi ihtiyacından fazla üretim yapabiliyor, fazla üretim kendine yetmeyen başka bir ilin ihtiyacını karşılamak üzere gönderiliyor; bunun hesabı nakliye miktarını temsil eden değişkenler tarafından tutuluyor. Modeldeki kısıtlar her ilin ekilebilir alanını kullanarak üretim yapılmasını sağlıyor. Eğer üretim ve nakliye yeterli değilse uygun değişkenler yoluyla eksik gıda miktarı kaydediliyor. Modelin amacı gıdanın kat ettiği toplam yolu ve herhangi bir ilde eksik kalan gıda miktarını en aza indirmek.


Türkiye’de Yıllar itibariyle Organik Tarım Faaliyetinin Gelişimi (Anonim, 2010a)

Türkiye’de 2008 Yılı Verilerine Göre Organik Sertifikalı Üreticilerin Bölgelere Göre Dağılımı (Geçiş Süreci Hariç) (Altındişli ve Aksoy, 2010)

Sonuç

Türkiye’nin toplam ihracatı içinde organik ürün ihracatı oldukça düşük düzeydedir. Bu durum, organik ürünlerin uluslararası ticareti açısından önemli rekabet avantajları olmasına rağmen Türkiye’ nin bu potansiyelinden yararlanılamadığını göstermektedir.


Türkiye’nin dünya organik ürün pazarından aldığı payı artırması ve dış ticaretine olumlu katkı sağlayabilmesi için daha etkin teşvik tedbirlerine başvurması gerekmektedir. İlk olarak, organik ürünlerin pazarlanması, Pazar bağlantılarının kurulması, üreticilerin eğitimi ve danışmanlık hizmetleri etkin bir şekilde verilmeli, bu ve benzeri konulardaki masrafları karşılanmalıdır. Gelecek birkaç yıllık hedef belirlenmeli ve pazar payı ve büyüme oranları ona göre takip edilmelidir. Bu konuda tüketicilere bilgi verecek irtibat büroları oluşturulmalıdır. Bu bürolar aracılığıyla üreticilerin soru ve sorunları giderilmeli, teşvik için gerekli başvurular yapılabilmelidir.

Dünyada toplumlar çevre ve insan sağlığı açısından gittikçe bilinçlenmekte ve bu bilinç düzeyi arttıkça organik ürünlere olan talep de artmaktadır. Artan talep yanında dünya genelinde organik ürün üretiminin de hızla artması uluslararası pazarda özellikle gelişmekte olan ülkeler arasında kıyasıya rekabetin yaşanmasına neden olacaktır. Türkiye de yerinde müdahalelerle bu alandaki potansiyelini harekete geçirerek dünya organik ürün pazarında önemli söz sahibi olabilecek ülkelerden biri konumundadır (İpek ve Yaşar Çil, 2010).

KAYNAKÇA

http://apelasyon.com/Yazi/725-dunyada-ve-turkiyede-organik-tarim ((İpek ve Yaşar Çil, 2010).

https://yesilgazete.org/blog/2017/01/30/organik-tarim-turkiyeyi-besler-yonca-demir-bulut-aslan/)
(Yonca Demir)

•(http://www.bugday.org/blog/organik-tarim-dunya-nufusunu-besler/)

http://orser.com.tr/Sayfa.aspx?pid=6&cid=0&Lang=TR

https://www.google.com/search?q=organik+tarm+ile+olgil8+resim&client=ms-android-samsung&prmd=inmv&sxsrf=ACYBGNT7qnedQWKLAy4MwLYUxoydD3pAfA:1575662469071&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=2ahUKEwiNyYSO6KHmAhWD8eAKHRvbBskQ_AUoAXoECAUQAQ&biw=412&bih=652&dpr=2.63

YAZAR : AYNUR ASLAN G180218062 

Yazı kategorisi: Genel, SAKARYA

KENTLERDEKİ ÜNİVERSİTE VE KONUTLAR

Birçok ülkede, üniversitelerin bulundukları bölgeye sosyo – ekonomik açıdan canlılık kazandırması amacıyla görece geri kalmış / gelişmemiş kentlerde kurulmaktadır. Üniversitelerin kentlerde sosyo – ekonomik açıdan canlılık yarattığı ve kentlerin gelişimine katkıda bulundukları ileri sürülmektedir. ( Görkemli, 2011: 30; Kaşlı ve Serel, 2008: 100). Ülkemizde de yakın dönemde ardı ardına açılan üniversitelerle birlikte üniversite olmayan kent kalmamıştır. Temelde sosyo – ekonomik eşitsizlikleri giderme ve kentleri canlandırma açısından, oranı değişmekle birlikte; özellikle kent dışından gelen öğrenci ve personelin etkisiyle kentlerde üniversitelerin etkisi belirgin olarak hissedilmektedir. Kentleşme, yalnızca insanları kent olarak adlandırılan yere çekme sürecini belirtmekte kalmamakta, insanların kentin yaşam biçimini benimsemesi anlamında gelmektedir. (Wirth, 2002 : 81). Bir diğer ifadeyle, nüfus hareketine bağlı bir olay gibi görünen kentleşme, toplum yapısında ve ekonomide yaşanan gelişmelerle yakından ilişkilidir. Bu nedenle kentleşmeyi tanımlarken nüfus hareketini ortaya çıkaran ekonomik ve toplumsal değişmeler de göz önünde bulundurulmuştur. Bu bağlamda yeni üniversitelerin kurulduğu özellikle küçük ölçekli kentlerde mekansal dönüşüm gerek ekonomik gerekse sosyal bağlamda hızlı ve keskin bir biçimde yaşanmaktadır. Günümüzde özellikle ülkemizde yeni bir dinamik ve belirleyen olarak üniversite kenti kavramı ortaya çıkmıştır. Tüm kentlerde en az bir üniversite bulunmakta ve kentin gelişim etkeni olarak birçok kent üniversitesi temek aktör olarak ele almaktadır. 1960’lı yıllardan bu yana Avrupa ülkelerinde yüksek öğretim kurumları bölgesel kalkınma aracı olarak görülmüş ve ülkenin gelişmemiş bölgelerinde yaygınlaştırılmıştır. Çünkü bu kurumların bulundukları bölgeleri çok yönlü bir biçimde etkilemeleri beklenmiştir. Bu beklentiler 4 ana başlık altında sıralanmaktadır:
1. Bölgesel gelir, bölge ekonomik yapısı ve işgücü hareketliliğinde iyileşme sağlanması gibi ekonomik beklentiler,
2. Konut, sağlık olanakları, iletişim ve taşımacılıkta iyileşme gibi sosyal ve fiziksel altyapı beklentileri
3. Kültürel etkinlikleri artması, yaşam kalitesinin iyileşmesi gibi sosyal ve kültürel beklentiler,
4. Eğitime katılma oranında artış, doğum-ölüm oranında değişme, göçün azalması gibi eğitimsel ve demografik beklentiler olarak sıralanabilir. (Akçakanat vd, 2010: 166; Özyaba’dan akt. Ceyhan ve Güney 2011: 184 ; Sürmeli, 2008: 12).
Üniversiteler, bulunduğu kent ve bölge için; insan kaynakları, bilgi, eğitim, iş ve sosyal hizmetler konusunda önemli kurumlardır. Bununla beraber üniversiteler, hem yaptığı harcamalar hemde istihdam ettiği personel ve sahip olduğu öğrenci dinamiği sayesinde bölge ekonomisine de büyük katkılar sağlayabilmektedir. Gerek üniversiteler çalışan personelin gerekse öğrencilerin sosyal yaşantılarını devam ettirebilmeleri açısından yapmış oldukları harcamalar, kent ekonomisinde büyük öneme sahiptir. Ayrıca üniversiteler kuruldukları kentin ve bölgenin sanayi kuruluşlarıyla işbirliği yaparak, sahip oldukları bilgi birikimini sanayi kesimine aktararak, daha etkin ve verimli olmaları için önemli katkılar sağlamaktadır. (Ceyhan ve Güney, 2011 : 183- 184, 204; Akçakanat vd, 2010: 175; Dalğar vd, 2009: 40; Işık, 2008 : 161). Üniversitelerin, küçük ölçekli kentlerdeki önemli yansımalarından biri de kentsel fonksiyonlarda yarattığı olağanüstü değişimdir. Gerçektende, büyük ve genç bir nüfus kitlesi, bulunduğu kentin tüm tüketim kalıplarını değiştirmekte ve kentte daha önce olmayan birçok ekonomik faaliyet yaratırken, mevcut iş kollarında gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Kentlerin kısa zamanda artan nüfusları, yoğun bir konut talebi yaratmakta ve bu durum kentlerin alansal büyümesini de hızlandırmaktadır. Böylece, üniversite kurulan özellikle küçük ve orta büyüklükteki kentler hızlı bir büyüme sürecine girebilmektedir. Bugüne kadar pek çok il ve hatta ilçede üniversite kurulması taleplerinin altında da bu gerçek yatmaktadır. (Işık, 2008: 162).
Sakarya konumu olarak İstanbul Kocaeli gibi yüksek nüfuslu şehirler yakın bir ilimiz. Bende bu ilde eğitim hayatımdan dolayı Sakarya Üniversitesinde okumak için büyük bir hevesle gelip, tanık olduğum yüksek nüfuslu bir üniversitenin kütüphane yemekhane gibi sıkıntılar dışında apart evler üzerinden çıkan sorunlara tanık oldum ve anlatmak istiyorum.

Ülkemizde üniversitelerin kurulmaları ülke içindeki iç göçü etkileyen bir unsur olmuştur. “1992 yılı ülkemizde üniversitelerin hem ülke çapında dağılımı hem de öğrenci sayısının artışı bakımından özel bir yere sahiptir. 3 Temmuz 1992’de çıkarılan 3837 sayılı Kanunla, bir çoğu daha önce o illerde mevcut olan eğitim birimlerinin nüve teşkil ettiği, 1’i vakıf 23’ü devlet üniversitesi, bir çoğu küçük ve orta büyüklükteki kentlerde kurulmuştur. Muğla, Niğde, Sakarya, Şanlıurfa vs. illerimizde kurulanlarla birlikte, üniversite sayımız 53’e yükselmiştir. Türkiye’de üniversitelerin daha küçük ve gelişme potansiyeli daha sınırlı olan illerde kurulmasına örnek oluşturmuş, bir yandan da öğrenci sayısının artışına ciddi katkılar yapmışlardır.(Işık 2009;30)”.

İstanbul gibi yüksek nüfuslu şehirlerdeki üniversiteleri kazanmak zor olduğudan dolayı İstanbul’a ailelerine yakın olmak isteyen öğrenciler Sakarya’yı tercih etmekte ve buda üniversite ve Üniversite etrafında yığılan bu kocaman öğrenci nüfusu için sadece yurtlar yeterli olmuyor. Alternatif olarak eve çıkıyorlar. Asıl sorun ise bu yüksek öğrenci nüfusunu kendilerine koz olarak kullanan apart sahipleri. 70 metre karelik ufak evlere 2 yatak 1 dolap çamaşır makinesi ve eski bir buzdolabı koyularak 1000 Türk Lirası gibi bir kira vermek ne mantığa nede vicdana sığar. Ev sahiplerinde suç görmüyorum dersem hiç olmaz. Evet bu suç onların ama hepsi değil. Asıl suç biz insanlara yani bize “her şerde bir hayır var” sözünü yanlış anlayıp onu elimizdeki fırsatlarla kozu çeviren global bir sorun olan nüfusdadır. Çünkü yüksek nüfus ‘Karl Marx’ ne kadarda bardağın dolu tarafından bakmışsa da nüfusa ama hayır, asıl büyük suç liberal ekonominin hüküm sürdüğü bu dünyada kozların bireylerin eline veren bu kapitalist sistemdir. Bu yüksek nüfuslar sadece ekonomik olarak değil aynı zamanda doğa üzerinde beşeri unsurların yaratığı sorunlarda çıkmaktadır. Sakarya gibi zengin bir doğanın da bu nüfuslaşmadan zarar görmemesi kaçınılmaz oluyor.” Sakarya İli’nin arazi kullanım özellikleri jeomorfolojik yapıda olduğu gibi bir çeşitlilik arz etmektedir. 2000 yılı arazi kullanımında en fazla alanı 222.447 km² ve % 47,4’lük bir oranla ormanlık alanlar ve 154.662 km²’ ile % 32,9’luk oranla tarım alanları ve % 32,9’luk bir oranla da çalılık araziler kaplamaktadır. 2014 yılında ise orman alanları % 8,2’lik bir artış göstererek % 55, 5’ e ulaşmıştır. Tarım alanları % 5,3’lük bir azalma ile % 27,6’ya, yerleşim alanları ise % 1,6’lık bir artış ile % 3,8’e yükselmiştir”(Kurt,Duman 2016:275).

Çözüm olarak ise asıl gücü elinde tutması gereken devletlerin her şehirdeki yaşam standartların belli iyi bir seviyeye getirip, üniversiteleri kalite olarak aynı seviyeye getirme çabasına girmeleri, iş imkanları yaratmaları  insanların büyükşehirlere göçlerini dolaylı yoldan engel olmaları sonucunda büyük şehirlere göç etmeyen halkın çocukları kendi memleketlerinde okuyabilecekler en azından üniversiteler bu kadar  dolup taşmayacak ve yurtlar öğrenciler için yeterli olabilecek bu nüfusu kendine koz olarak kullanan ev sahipleri ve emlakçılar en azından rekabet kurup evleri, adı üzerinde öğrenci olan maddi sıkıntılar şeklinde eğitim hayatını devam ettiren öğrencilere hiç hak etmeyen ücretlere evleri kiraya vermeyip evlere hak ettiği değerde kiraya verebilirler. Umarım bu bloğumdaki çözümlere kavuşmak dileğiyle.

KAYNAKÇA

  • Kurt, Sümeyra;Duman Emre(2016), Sakarya ili’nde kentsel gelişim sürecinin arazi kullanımı ve jeomorfolojik birimler üzerindeki etkisinin zamansal değişimi, Marmara coğrafya Dergisi,34,275       
  • Işık Şevket(2009), Türkiye’de Eğitim Amaçlı Göçler, Coğrafi Bilimler Dergisi, 7(1),30 
    Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Eylül 204 sayı 31, 216-237

YAZAR : GÜLBAHAR AR G180218037

Yazı kategorisi: Genel

NÜFUS VE EĞİTİM

Eğitimin temel amacı bireye kişilik kazandırmak, toplumun refahını ve bireyin eğitim düzeyini yükseltmektir. Ülkenin siyasal, ekonomik ve bilimsel olarak gelişmesinde rol oynar. Literatürde en çok belirlenen tanımlardan bahsedecek olursak; eğitim, bireyin yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumu diğer davranış biçimlerini geliştirdiği süreçler toplamıdır (TEZCAN 1992:3). Diğer bir tanıma göre eğitim bireye istenilen davranışı kazandıran sistemin adıdır. Bir ülkede eğitim seviyesinin yükselmesi hem bireysel hem toplumsal açıdan pek çok olumlu sonuç doğurur. Bireysel açıdan, bilgi, beceri ve yetenekleri kazandırarak işsiz kalma riskini azaltmayı amaçlar. Eğitim seviyesi yükseldikçe işsiz kalma riskini azalırken, bulma süresinin kısalması ve yoksulluk oranının azalmasını sağlar. Toplumsal açıdan; hem ekonominin ihtiyacı olan iş gücünü temin eden, hemde bilgi birikimine yaptığı katkılarla üretim teknolojisindeki yenilikleri geliştirir, ekonomik ve toplumsal büyümede belirleyici rol oynar. Eğitim düzeyi ile nüfus yapısı ters orantılıdır. Eğitimin artığı yerde nüfusun azaldığı görülür. Çünkü eğitimli insanlar topluma yararlı bireyler yetiştirmenin zor olduğunu bilirler ve bakabilecekleri kadar çocuk sahibi olurlar. Eğitim arttıkça nüfus kontrollü olarak artar.  Eğitim düştükçe nüfus kontrollü şekilde artış gösterir. İnsanlar çocuk yaparken düşünürler, çocuğun geleceğini, maddi açıdan verebileceklerini bu yüzden fazla çocuk değilde bakabilecekleri kadar çocuk yaparlar. Bu gelişmiş ve geri kalmış ülkelere bakıldıkça anlaşılabilir. Gelir ve gider hesabı yapmadan fazla çocuk sahibi olmak onları fakirlik, sefalet, rezillik içinde yaşatmak gelişmekte geri kalmış bireylerin işidir. Hayat koşulları içinde eğitim ve refah düzeyi gibi konuları da barındırır. Dolayısıyla sadece eğitim konusunu baz alarak karşılaştırmak doğru olmayacaktır. Eğitim var refah yok ise çocuk sayısı düşüş gösterir. Her ikiside varsa insanlar huzur ortamında eğitimli ve çocuklu bir yaşam sürdürebilir. Örnek verecek olursak ülkemizin doğusu ve batısını kıyaslayabiliriz. Doğuda eğitim yok çocuk çok, batıda doğuya oranla eğitim var, refah yok çocuk sayısı az ya da hiç yoktur. Eğiti seviyesindeki yükselme iktisadi, kalkınma, siyasi ve ekonomik alanda katkılar sağlar. Bunların yanı sıra daha iyi birey ve toplum sağlığı, azalma gibi pek çok olumlu sonuçlar doğar. Bebek ölüm ve doğum oranlarında düşme, ortalama yaşam süresinin uzaması, siyasi istikrarın artması gibi pek ok olumlu sonuçlar doğurur. Nüfus artışı üzerinde eğitimin etkisi, doğurganlık oranını azaltma ve sağlığı geliştireme yolunda ilerlemektedir. Eğitimin sağlık üzerindeki etkileri, nüfus artışıyla doğrudan ilişkilidir, nedeni ise ömür uzunluğundaki artış ile bebek ölüm oranlarındaki azalmaya etkileri bakımından ölçüşmektedir. Yüksek çocuk ölümleri belirli sayıda çocuk sahibi olmayı planlayan aileleri bu sayıyı garanti altına almak için daha fazla çocuk sahibi olmaya itebilmektedir. Kentlerde sağlık hizmetleri ekonomik ve sosyal koşulların gelişmesi çocuk ölümlerinin azalmasına neden olmaktadır (ROBİNSON, 1963:299). Çocuk ölümlerindeki azalma ise belirli sayıda çocuğa sahip olmak isteyen ailelerin doğurganlıklarını artırmalarını engellemektedir. Diğer yandan kentsel alanlarda eğitim olanaklarının artması kadınların eğitim seviyesini yükseltmektedir. Eğitime devam etmek erken evlenmeyi zorlaştırırken, iyi eğitimli kadınlar daha geç yaşta evlenmekte ve dolayısıyla doğurganlık oranı düşmektedir.

Doğurganlığı etkileyen faktörleri biyolojik, sosyal ve ekonomik olarak sınıflandırmak mümkündür. Doğurganlıkta azalmanın sosyal ve ekonomik koşulların çiftçileri daha az çocuk yapmaya yönlendirmesi sonucu meydana geldiğini söylemek mümkündür. Kentleşmenin doğurganlık üzerinde etkisi sanayileşmeye benzer şekilde ortaya çıkmaktadır. Kentlerde çocuk sahibi olmak ve çocuk yetiştirmek maliyetlidir. (LUHİTE vd. 2008:80) Kırda genellikle aile üretimiyle karşılanan, beslenme ihtiyacı ve ücretsiz olan barınma kentte maliyete dönüşür. Kırda yaşayan aileler için çocuk aynı zamanda üretime katkıda bulunacak ek gücüdür. Kentte yaşayan aileler için ise; çocuğun ücretsiz aile işçisi olma durumu ise kıra göre oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla kentlerde çocuk aile üretimine daha az katkıda bulunmakta ve  bu durumun sonucunda da getirisi düşmektedir. Bu durum doğurganlığın azalmasına neden olur. Aynı zamanda işsizliğin doğurganlık üzerindeki etkisi kısa veya uzun süre olmasına bağlıdır. Kısa süreli işsizlik çocuk sahibi olmak için uygun ve ucuz bir zamandır. Uzun süreli işsizlik iş gücü piyasasına girişi zorlaştırır, kadınların çocuk sahibi olmak için iş gücü piyasasından ayrılmasına neden olur. Diğer yandan sürekli işsizliğin yaşandığı dönemde ailelerin sürekli geliri negatif yönde etkilenir.  Şöyle ki uzun süreli işsizlikte çocuğun maliyetinin yük olacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla kısa süreli işsizlik doğurganlığı artırabilmekteyken sürekli işsizliği azaltabilmektedir. Kadınları iş gücüne katılımında ne şekilde olduğu doğurganlığa etki eden faktörlerden biridir. Bir işte çalışan kadınların çalışmayanlara göre daha az çocuğu vardır. Herhangi bir işte çalışmayan ev hanımları ve kırda ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınlar yüksek doğurganlığa sahiptir. (SELİM VE ÜÇ DORUK 2005:55) Aile yapısında değişme ve modern çekirdek ailenin benimsenmesinin yanında kentlerde evliliğin çekiciliğini yitirmesi ve evlilik yaşını geciktirmesi, doğum kontrol yöntemlerine kentlerde daha kolay erişebilmesi de doğurganlığı azaltmaktadır. Demografik analizler, nüfusun mevcut durumunun yanında nüfusun değişimleriyle ilgili nüfus hareketlerine (doğurganlık, ölüm, evlilik, göç) odaklanmakta, zaman içindeki artış ve azalışı bazen dikkate almaktadırlar. Öte yandan nüfus büyüklüğünün gelecekteki eğitimi ve onun okul çağı nüfusu içindeki etkileri eğitim planlamacılarının alanıdır. Göç hareketleri, yeni yatırımlar, kapasite kullanımı, verimlilik vb. Konulardaki eğitime ilişkin kararları etkileyen önemli unsurlardan biridir. Nüfus yapısı ve nüfusa yönelik pek çok veri (örneğin; nüfusun yaş ve cinsiyet yapısı, coğrafi dağılımı, nüfus artış hızları, güç olgusu vs.) eğitim politikaları ve planları için temel oluşturmaktadır. Ayrıca nüfus yapısı ve değişiklikleri, okul çağı nüfusun büyüklüğü, öğrenci sayıları, eğitime katılım ve eğitim harcamaları üzerindeki etkileri de açıklar. Eğitim planlamacıları nüfus yapısı ve dağılımlarıyla çeşitli nedenlerle ilgilenirler. Bir nüfusun yaş yapısı, tek yaş ve yaş gruplarına göre dağılım okul çağı nüfusunun toplam nüfus içindeki payını ve göreli büyüklüğünü tahmin etmemizi sağlar. Bu bağlamda her bir eğitim kademesine uygun düşen yaş gruplarının büyüklükleri belirlenebilir. Buda eğitim politikalarının temeli ve çıkış noktasını oluşturur. İkinci olarak; planlamacılar, nüfusun ekonomik sektör ve mesleklere göre dağılımıyla ilgilenirler. Nüfusun ekonomik sektör ve dağılımlarına ilişkin tam bir bilgi olmadan insan gücü gereksinimlerinin tahmini mümkün değildir. Üçüncü olarak; planlamacılar nüfusun coğrafi dağılımlarıyla ilgilenirler. Buda hem eğitim maliyetleri hem de okul türleri, okul büyüklükleri ve okul yerleri gibi konuları etkiler.

Eğitimin bireylere sağladığı diğer bir önemli getirisi ise; eğitim seviyesi yükseldikçe gelir seviyesinin yükselmesidir. Eğitim seviyesi bireysel kazançları belirleyen önemli bir faktördür. Bireyin eğitim seviyesi ile geliri arasında aynı yönlü ilişki eğitimin bireyin bilgi beceri ve yeteneklerini dolayısıyla verimliliğin artırılmasının sonucu olarak kabul edilmektedir. Eğitim bireylere yeni bilgi, beceriler kazandırarak verimliliklerini artırır. Buna göre daha iyi eğitimli işçilerin ürün değerleri daha yüksek olacağından daha yüksek kazanç elde ederler. Ayrıca daha yüksek eğitime sahip işçiler yeni bilgi ve becerileri daha kolay kazanma ve teknolojik yeniliklere daha kolay uyum sağlama konusunda diğerlerine göre daha avantajlıdır. Bu avantaj eğitim seviyesi yükseldikçe işteki verimliliğin artmasının bir diğer nedenini oluşturur. Sonuç olarak eğitim seviyesi yükseldikçe bir taraftan kazançlar artarken, diğer taraftan işsiz kalma olasılığı düşer. Eğitim seviyesi yükseldikçe işsizlik riskinin düşmesi, iş gücüne katılım oranının yükselmesi ve iş değişikliği sayısının düşmesine neden olur. Aynı zamanda küresel kazançların artmasının diğer nedenlerini oluşturur. Ekonominin ekonomik büyümeye katkısı iki şekilde ortaya çıkar. Birincisi; eğitim sürecinde üretilen yeni bilgiler üretim teknolojisinin ilerlemesine ve yeni buluşların ortaya çıkmasına katkı sağlar. İkincisi; eğitim bilginin kitlelere yayılmasını sağlayarak ekonomik büyümeyi etkiler. Günümüzde gelirin en önemli kaynağı bilgidir. Bireyin sahip olduğu bilgi birikimi ise, sahip olduğu eğitim seviyesi ile doğru orantılıdır. Türkiye de ortalama eğitim seviyesinin düşük olması eğitim kalitesinin istenilen düzeye bir türlü ulaşmaması, iş gücünün emek piyasasına daha çok kol gücü olarak çıkmasına neden olmaktadır. İktisadi gelişme sürecinde bu tür iş gücünün istihdam karlarına girdikçe daralması ve bu tür işlerde ödenen ücretin düşüklüğü, işsizliğin artmasına ortam hazırladığı gibi, bu tür çalışanların düşük ücret elde etmelerini beraberinde getirir. Dolayısıyla ülkemizdeki yoksulluk nedenlerinin başında eğitim seviyesinin düşüklüğü gelmektedir. Yoksulluk, gene anlamda insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek gelir düzeyine sahip olmama durumudur. Yoksulluğu iki türlü tanımlayabiliriz, mutlak ve göreceli yoksulluk olarak mutlak yoksulluk; bireyin hayatta kalabilmesi için geçerli olan beslenme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar düşük gelir elde etmesidir. Göreceli yoksulluk ise; toplumun ortalama refah düzeyinin altında olma durumudur. Toplumun genel düzeyine göre, belirli bir sınırın altında gelişme sahibi alanlar yoksul olarak kabul edilir. Kısacası bir toplumdaki nüfus dağılışı, gelir düzeyi, aile yapısı, doğum ve ölüm oranları, kadın iş gücünün nüfusa etkileri gibi durumları etkileyen faktörlerden birisi eğitimdir. Toplumların eğitim seviyesi o toplumun gelişmişliğini siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik açıdan ne kadar ilerlediğini de göstermektedir.

KAYNAKÇA

  • Şadan Çalışkan eğitim, işsizlik ve yoksulluk ilişkisi, SAÜ İİAF, sosyal ve ekonomik araştırmalar dergisi, uşak üniversitesi, iktisadi ve idari bilimler fakültesi.
  • Haşim Akça, Mehmet Eka, Türkiye de eğitim doğurganlık ve işsizlik ilişkisinin analizi, maiye dergisi, sayı 163, temmuz-aralık 2012
  • Yrd.Doç.Dr. Kemal Baş, Türkiye de zorunlu eğitim süresinin artırılmasının sağlayacağı kazançla, mersin üniversitesi, iktisadi ve idari bilimler fakültesi, Ankara SBF, 59-3
  • Arş.Gör Osman Murat Teletar, Arş. Gör Harun Terzi, Karadeniz teknik üniversitesi, sosyal bilimler fakültesi, nüfus ve eğitimin ekonomik büyümeye etkisi, Atatürk üniversitesi İİB dergisi, cilt: 24, sayı: 2, 2010
  • Yüksel Kavak, nüfus ve eğitimin uzun vadeli uzun vadeli nüfus projeksiyonlarına ve eğitim sistemlerine yansımaları, milli eğitim, sayı: 192, güz 2011
  • SÜ İİAF, sosyal ve ekonomik araştırmalar dergisi

YAZAR : EYLEM KILIÇ G180218033

Yazı kategorisi: Genel

NÜFUS VE İKLİM

İnsanlar yaşamları boyunca ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmişlerdir. Yapacakları işler olsun, eğitim hayatımız olsun bunlar hayatımızı şekillendiren önemli unsurlardan biridir.İnsanlar yapacağı işleri seçerken bile belirli kriterlere dikkat ederek o işe yönelmişlerdir.

İnsanların dağılımına bakarsak , bulunduğu bölgenin iklimine göre iş yapıp ona göre yaşam tarzlarını oluşturmaktadırlar. Oturdukları ev bile oranın hava koşullarına göre tasarlanmıştır. İnsanların yemek biçimine bile yansımıştır diyebiliriz.

İklime bağlı olarak insanların yerleşik bir hayata geçmesi de önemlidir. Mesela kutuplarda yaşayan insanlar neredeyse yok denecek kadar azdır. Birisi size kutuplarda mı yaşamak istersin yoksa sahil kenarında güzel yeşillik bir alanda mı diye sorsa çoğunuz tabi ki sahil kenarı ve yeşilliğe sahip bir bölgeyi seçer.

 Yani hem manzaraya göre seçiyoruz hem de bize bu soru sorulurken aklımızdan birçok soru geçerek bunları cevaplıyoruz.

Mesela o bölgeye yerleşirsem işim ya da varsa eğitim hayatım nasıl etkilenir?

Kutuplara geçersem hem zorlu bir yaşam koşulu geçiririm hem de sağlığım kötü etkilenir ve yapacağım iş çeşitliliği az olur. Ama sahil kenarı işlek bir yer ve yeşillik bir alana sahip olan bir bölgeye gidersem hem yapabileceğim çeşitli iş hakkı ve birçok şeyi rahatça yapabilirim.Çünkü o bölge gelişmiştir ve rahatça çözemediğim sorunları çözebilirim. Gibi düşünceye sahip oluruz.

Aslında tek bir konu gibi gözükür ama içinde birçok konu barındırır. Hatta insanların bu yüzden göç etmesine bile yön verebilir. Çünkü insanlar yaşadığı sağlık problemleri nedeniyle başka yerlere göçüp, daha sonra orayı beğenip, orada yaşamayı tercih edebilirler.

Mesela örnek verecek olursak, kaplıcalar için insanlar sağlık turizmi yapmaktadır. Yani sağlık için yapılan turizmde insanlar farklı yerler keşfetmiş olup , daha sonra o bölgenin iklimi, yaşadığı yere göre daha cazip gelip oraya taşınmasını düşündürebilir. Bunu sonucunda insanlar göç etmiş olup nüfusun dağılımına etki etmiş olur.

Ya da beyin göçü yapıp eğitimi için oraya gider ve daha sonra o bölgenin özelliklerinden etkilenip , oraya taşınır.

Hatta fark etmeden tercih edeceği yeri seçerken bile o bölgenin iklimine ve diğer özelliklerine dikkat eder. Çünkü insan kendini sıkıntıya sokmadan rahat bir eğitim görmek ister. İklimi ve havası onun için önemlidir.

Çünkü çok soğuk bir yere gitse hem masraflı olur hem de sağlık açısından olumsuz etkilenebilir ama hava daha sıcak ve ılıman olursa orada hem psikolojik  açıdan mutlu olur hem de daha verimli işler yapabilir.

Birçok insan çeşitli sebeplerle hayatına yön verir. Bunu aslında bilmeden de yapıyoruz . İnsanlar olarak rahatımıza çok düşkünüzdür. Önümüze çıkabilecek en ufak probleme bile tahammülümüz yoktur.

Şöyle örnek verirsek, mesela tatil yapacağız, bizim kriterlerimize hangisi uyuyorsa direkt onu seçeriz. İster kış tatili olsun ister yaz, bize sunacağı güzellikler ve bizi etkileyen imkanlar dahilinde bir yere gitmeyi tercih ederiz.

Aslında buradan da şunu çıkarabiliriz. İnsanlar hem ihtiyaçlarının dahilinde, hem de zevk ve isteklerinin dahilinde hayatlarına yön verirler.

Bunun sonucunda ise  ortaya çıkan  şeyler : Göç , beyin göçü, sağlık turizmi , tatil gibi şeyler sebebinden dolayı insanların çeşitli şeylerden dolayı dağılımı ve oraya gittikten sonra o bölgenin daha cazip gelip , ikliminden ve doğal özelliklerinden etkilenip orayı tercih edip taşınmalarıdır.

Burdanda iklimin ve diğer özelliklerin daha bizi kendine çektiğine ve bizim tercihlerimizi ve ihtiyaçlarımızı yönlendirdiğini çıkartabiliriz.

KAYNAKÇA

YAZAR : AYLİN ERBATUR G180218044

Yazı kategorisi: Genel

NÜFUSUN YAŞAM KALİTESİNE OLAN ETKİSİ

Yaşam kalitesi denilince ilk akla gelen şey sağlıktır.İşte ben de tam buradan konuya girmek istiyorum.

 Hastalıkların dağılışı ile belirli nüfus toplanma alanları arasında bir ilişki kurulabilmektedir. Örneğin enfeksiyonel hastalıklardan“Nehir körlüğü “denilen hastalık özellikle Afrika’da Sahra’nın güneyinde, batıda şengal’den Konya’ya kadar uzanan savanlarda yaygındır.

Ayrıca zamanı göre de hastalıkların dağılış alanları genişler ya da daralır Örneğin nemli ve alçak alanların hastalığı olan ve birçok insanın ölümüne yol açan sıtma Üçtür Afrika sineği ile ve bunların yıllara göre artma da azalma durumuna göre yayılmaktadırlar.

( TÜMERTEKİN – ÖZGÜÇ 2017 )

Genellikle insanların nüfus ile sağlık arasındaki ilişkisinde hepsi öyle düşünürler nüfusu fazla olan yerler fakir, yaşam kaliteleri düşük. Bundan dolayı sağlık sorunları fazla olur diye. Aslında bu genelleme yanlıştır. Çünkü birçok gelişmiş Ülkelere de baktığımızda Örneğin Amerika Meksika gibi ülkelerde de birçok sağlık sorunları yaşanmaktadır. Buradaki sağlık sorunları diğer Afrika Hindistan gibi geri kalmış ülkelerdeki gibi açlık, Sağlık Hizmetleri yetersizliği gibi nedenlerden kaynaklanması da yine de çok ciddi sağlık problemleri ile karşı karşıyalar. Örneğin fastfood beslenmeden ötürü meydana gelen hastalıkların başındaobezite yer alır. Bu gibi ülkeler gelişmiş sağlık hizmetleri olduğu halde bu problemin önüne geçemeyip her yıl 2,8 milyon (ortalama) kişi obeziteden ötürü hayatını kaybetmektedir.

Sağlıkla aşırı doğurganlık arasındaki ilişkiye girince aşırı doğurganlık sağlığı hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkilemektedir.Örneğin kadınların isteyerek yaptıkları veya ehliyetsiz kişilere yaptırdıkları düşükler ana ölümlerinin pek kadın hastalıklarının önemli nedenlerinden biridir.

  ( FİŞEK 1982 )

Nüfusu fazla olan yerlerde beslenme imkanları da dolaylı ya da doğrudan kısıtlı olur bu durum hem gelecek kuşaktaki hem de o zaman ki insanların sağlık durumunu etkileyecektir. Örneğin gebe bir anneyi düşünelim, gebe bir kadının gebelik süresince alması gereken bir besin miktarı vardır anne eğer ki o besin miktarından gereğince alamadıysan belki de o alması gereken besin miktarının eksikliğinden dolayı doğacak çocuğun daha doğmadan engelli, enfeksyonelbir hastalık, zeka geriliği gibi birçok hastalıkla daha doğmadan karşı karşıya kalacaktı. Bu durumda gelecek kuşak için çok büyük bir problem olacaktır.

1970’li yıllardan sonra dünya nüfusunun çok hızlı artması, Malthus gibi düşünenlerin sayısının artmasına da neden olmuştur. “yeni malthusçular” adı verilen Ehrlich, Meadovvs, Mesaroviç gibi düşünürler, Malthus’unkısa sürede yayınlandığını, ancak uzun sürede haklı olabileceğini, dünyanın eninde sonunda üzerindeki nüfusu besleyemeyeceğini ileri sürmektedir.

 ( ÇAMURCU 1985 )

Dünya nüfusu giderek artmaktadır. Bu durumda gıdaya duyulan ihtiyacı da arttırıyor.

Dünyada giderek artan gıda ihtiyacını karşılamak ve açlık sorununu çare bulmak için karşımıza “genetiği değiştirilmiş”organizmalar (GDO) kavrama çıkmaktadır.

( ATSAN – EREM KAYA 2008 )

Bu genetiği değiştirilmiş birçok gıda beraberinde birçok sağlık sorununu da getiriyor Örneğin öldürücü alerjilere neden olur, insanlarda hormonal dengeyi bozar ya da memeliler için toksin etkisine neden olur ve daha birçok hastalıkların ortaya çıkmasına neden olur.

Insan sağlığına etki yapan bir diğer faktör ise gürültüdür. Gürültü Dünya nüfusunun artması ile birlikte kaçınılmaz bir program haline dönüşmektedir.

Gürültünün; fizyolojik ve psikolojik dengeleri bozabilen, iş performansını azaltan, çevrenin hoşnutluğunu ve sakinliğini yok ederek niteliğini değiştiren bir etkiye sahip olduğu da bilinmektedir. İnsanların gürültüye alışabildiğini savunanlar olsa da, gürültünün insan üzerindeki biyolojik etkisinin engellenemediği gerçeği bu savı çürütmektedir. Ancak çalışma ortamında, gürültünün insan üzerindeki biyolojik etkisine karşın kişiler tarafından bunun farkına varılmadığı ya da çalışırken gürültüden pek fazla yakınılmadığı da bir gerçektir. Ne var ki, bilimsel çalışmalar, gürültüye maruz kalmış kişilerin hemen tümünde psikolojik rahatsızlıklar oluştuğunu kanıtlamıştır.

( UYER 2011 )

Nüfusu kalabalık olan ülkelerde insanların en çok kullandığı toplu taşıma araçları( metro,metrobüs, vapur, otobüs gibi). Pek çok hastalığın yayılma alanı da buralar oluyor. Nüfusu kalabalık olan yerlerde bu durum daha da şiddetli olur. Bu toplu taşıma araçları ulaşım kolaylığı ve yanı sıra doğa dostudur.Ancak Damlacık enfeksiyon ile bulaşabilen hastalıkların bulaşmasını kolaylaştırırken: salgıların da önemli kaynaklarının başında gelir. Grip öksüren burnu akan milyonlarca bakteri virüs Taşıyan binlerce insanın kullandığı toplu taşıma araçlarında hava sirkülasyonuyeterince olmadığı için havalandırma ne kadar çalışsa da virüsler havada asılı kalır ve salgın olabilir.

Başlıca toplu taşımada bulaşan hastalıkların başında nezle, grip,faranjit, zatürre, kızamık,kızamıkcık, Kabakulak, su çiçeği, menenjit, boğmaca, difteri, tüberküloz gibi hastalıklar gelir.

Nüfusu fazla olan yerlerde sağlık hizmetlerinden yararlamakta da bazı aksaklıklar yaşanabilir. Yada bir ülkenin gelişmişlik düzey boyutu da  bu durumu etkileyen bir olaydır. Örneğin gelişmekte olan birçok ülkede sağlık hizmetlerine erişme değil, bunların bulunabilirliği konuşulmaktadır. Bu konuda doktor-hasta sayısı bazı fikirler verebilir :2007’de 100,000kişiye Küba’da 591,Belçika’da 449, Rusya’da 425, Fransa ve Almanya’da 337 doktor düşerken, gelişmekte olan ülkelerden örneğin Tanzanya’da, Malawi’de, Nijer’de 100,000 kişiye 2 doktor ya da doktor başına 50,000 hasta düşüyordu. Burundi, Sierra, Leone ve Mozambik’te 30,000, Burkino Faso ve Senegal’de de 20,000 kişiye ancak 1 doktor bakıyordu. Buna karşılık Avrupa ülkelerinde doktor başına düşen hasta sayısı 200-500 arasındayken (İtalya’da 238,Rusya’da 235, İsrail’de 262, Macaristan’da 300 kişiye bir doktor düşer.), Türkiye’de 741’dir.

( TÜMERTEKİN – ÖZGÜÇ 2017)

Sürekli artan nüfus artışının bir diğer etkileri arasında ise çevre yeralır. İnsanoğlu ilk çağlardan itibaren çevreyietkilemiştir. İlk başlarda bu etki göreceli olarak küçük olmuş ve çevre bu etkiyi kendi doğal mekanizması içerisinde elimine etmiştir. Günümüzde hızla artan insan nüfusunun çevreye olumsuz etkisi açık olarak gözlenmektedir. Bu artan nüfusla birlikte yeni çevre sorunları ortaya çıkmıştır. Ve çevrenin doğal olarak kendini koruma kapasitesini aşmaktadır. Bu durum karşısında insanların fazlaca kullanmış olduğu Sera gazları nedeniyle dünyada iklim değişiklikleri meydana gelmiştir Hem sadece iklim değişikliği de değil Örneğin birçok insanın solmuş olduğu havanın kirlenmesinden dolayı birçok hastalık yaşanmaktadır(astım, kanser gibi) gelgelelim iklim değişikliğine bu durum sonucunda da birçok hastalık yaşanmaktadır.

Araştırmalara göre iklim  değişikliklerinin aramada etkisi olduğu kaydediliyor sıcaklıktaki 1 derecelik artış küresel buğday üretiminde de yüzde altı, pirinç üretiminde ise yüzde on düşüşe yol açar. Bu durumda açlık  sorunlarını ve beraberinde gelen yetersiz beslenmeden kaynaklı birçok hastalık meydana gelir.Sonuç olarak atmosfere salınan sera gazları miktarının artışı, küresel ısınmayı artırarak iklim değişikliğine sebep olmaktadır. Küresel iklim değişikliğine bağlı olarak çeşitli sağlık sorunları, doğrudan veya dolaylı olarak insanları etkilemektedir.

KAYNAKÇA

  • Nusret Fişek ( anne çocuk sağlığı nüfus sorunları ve aile planlaması) Ankara 1982
  • Hayri Çamurcu( Dünya nüfusu artışı ve getirdiği sorunlar) Balıkesir 1985
  • Tecer ATSAN,-Tuğba Erem Kaya ( genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) tarım ve insan sağlığı üzerine etkileri) Ziraat Fakültesi dergisi. 2008
  • Remzi Toprak – Nizami Aktürk( gürültünün insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri) Ankara 2004
  • Gülten UYER ( gürültünün insan sağlığı üzerindeki etkisi) Ankara 2011
  • Erol Tümertekin- Nazmiye Özgüç( beşeri coğrafya insan kültür mekan) Ankara 2017

YAZAR : SUZAN HANDUR G180218013

Yazı kategorisi: Genel

DÜNYADAKİ GÖÇLER

İnsanların yaşadıkları toprakları bırakıp çeşitli nedenlerden dolayı yeni bölgelere göç etmesinin temelinde yatan birçok neden vardır. Bu nedenler; ekonomik sorunlar, çevre şartlarındaki bozulmalar eğitim alanındaki yetersizlikler , siyasi sorunlar olarak sıralanabilir.(Enever GÜNAY , Dilek ATILGAN ,Emine SERİN )

İlk insanlardan günümüze kadar geçen sürede insanlar, çeşitli nedenlerle yer değiştirmişlerdir. İlk insanlar, avcılık ve toplayıcılıkla geçindikleri için göçebe yaşamaktaydılar. Bu dönemdeki göçlerin başlıca nedeni daha iyi beslenme koşullarına ulaşmaktı. Bu çaba, değişik şekillerde günümüzde de devam etmektedir.Buna göre ekonomik nedenli göçlere tarih boyunca rastlanmaktadır. Yeni karaların keşfedilmesi, savaşlar, ülke içindeki karışıklıklar, doğal afetler, iklim değişiklikleri ve uluslararası anlaşmalar göçlerin başlıca nedenleridir.

Günümüzde göç bir takım şeylerin özlemi olarak da kendini gösterebiliyor, insanlar kendi ülkelerinde bulamadıkları fırsatları yakalayabilmek için farklı ülkelere bu hayallerin peşine koşabiliyorlar. Biraz da küreselleşme olgusunun getirmiş olduğu şartlardan dolayı göç, özellikle süreli göç bir gereklilik haline gelebiliyor. Örneğin çocuklara iyi eğitim olanaklarının sağlanması, dil öğrenme, belli bir konuda araştırma yapmak, kendini geliştirmek gibi etmenler burada söz konusu.Zorunlu göç dediğimizde şu sıralar akla ilk gelen Suriye’den ülkemize yaşanan göç ve Myanmar’da Budist işkencesinden kaçan Müslümanların göçü. (Öğretim Üyesi Doç. Dr. AbdulfezSüleymanov)


Göç Eden Nüfus Haritası

ABD merkezli tarafsız kuruluş PewAraştırma merkezi tarafından oluşturulan dünyanın göçü ve göçü eden nüfus haritası

Bu harita ve tabloya göre tüm yıllarda en yüksek orana sahip ülke Meksika. Türkiye ise 1990 yılında gidenler ve gelenler olarak toplam 60.000,2000 yılında 80.000,2010 yılında 100.000 ve 2015 yılında 110.000 göç yaşamış bulunuyor.

NEDEN GÖÇ EDİYORUZ?

Göçün sebepleri arasında ekonomik zorunluluklar önde gelir. Kırsal kesimlerde tarım arazilerinin miras yolu ile parçalanması, makinalaşmanın olması, işsizliği ortaya çıkarmış, insanları maddi zorluklara sokmuştur. Büyükşehirlerde iş olanaklarının çok olması, sanayinin gelişmesi, nüfusu kırsaldan şehirlere doğru yönlendirmiştir. Hızlı nüfus artışı şehirlerde, çarpık kentleşme, gecekondulaşma, suç oranlarının artması gibi problemleri ortaya çıkarmıştır.

Son yıllarda bu göç tersine dönmeye, şehirlerden köylere doğru  başladı. Bu göçün sebebi memleketine özlem duyan birinci kuşağın emekli olup doğduğu yerlere dönmesidir. Küçük şehirlerin de kalkınma yaşaması da bunda bir etkendir.

Diğer bir göç türü de eğitim için yapılandır. Farklı şehirlerde gönüllü veya gönülsüz okumak isteyenlerin belli bir süreliğine gerçekleştirdikleri göçtür.

Zorunlu göçlerden en acılı olanı da, savaş sebebi ile olan göçtür ki, bu durumu Suriye’den ülkemize doğru olan mülteci göç akımından görebiliriz. Geçmiş yıllarda ülkemizde terör sebebi ile bazı göçler gerçekleştirilmiş bazı köyler boşaltılmak zorunda kalınmıştı.

Sonuç olarak zorunlu göçler sıkıntı ve üzüntü verir ki, ülkemizde gurbet kavramı böyle doğmuştur.

Kaynakça

  • Abadan-Unat, N.. (2002). Bitmeyen Göç Konuk İşçilikten Ulus Ötesi Yurttaşlığa.

İstanbul: İstanbul Bilge Üniversitesi Yayınları 

  • Akkaya, T.. (1979). Göç ve Değişme. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
  • Akıncı, B., Nergiz, A., ve Gedik, E..(2015). Uyum Süreci Üzerine Bir Değerlendirme: Göç Ve Toplumsal Kabul, Göç Araştırmaları

Dergisi(TheJournal Of Migration Studıes), 1 (2): 58-83

  • Arslan, İ., Bozgeyik, Y., Ve Alancıoğlu, E.. (2017), Göçün Ekonomik Ve Toplumsal Yansımaları: Gaziantep’teki Suriyeli Göçmenler Örneği
  • Arslan,       E..       (2017).       Norveç      nüfusunun       yüzde       17’si       göçmen,
  • Aydoğanoğlu, E.. (2007). Uluslararası Emek Göçü, Yasadışı Göç ve Göçmen İstihdamı1, www.emekdunyası.net

http://www.idemahaber.com/dunyanin-goc-eden-nufus-haritasi/

(https://www.cografyaci.gen.tr/goc-nedir-dunyadaki-gocler/)

https://www.yardimcikaynaklar.com/9-neden-goc-ediyoruz-kompozisyonu-sosyal-bilgiler-sayfa-30/

•Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. AbulfezSüleymanov TuruncuDergisi’(https://uskudar.edu.tr/tr/icerik/176/zorunlu-goc-ve-psikolojik-etkileri

YAZAR : HAYRETTİN KALAY G160218052